24 Şubat 2012 Cuma

Günce...

Bir yılın ardından bir yığın fikir, "acısıyla tatlısıyla" denir ya.
Her yıl için "yeni bir başlangıç" diye başlayan cümlelere hayat verilir.
Günlerden hayat, ses veren kimisi için. Sessizliktir çoğu şiirde açıklama olmadan önce. Bu kez sesli, hatta gürültülü...
Sene geçer, hayat sürahisi dolmaya başlar. Kum saatleri son kez ters çevrilir, geri sayım için.
---
Hayal satışı, hayat dükkanında.
  • Seçmeli beklentilerden kendini tavanda zanneden zemin kaplamalarına, duvarda resim olarak asıldı diye sevinç çığılıkları atan çöp insandan kapı kolu olup kalemmiş gibi davrananlara, bilcümle kendini bilme cesareti gösteremeyen yürek cahillerine özel alışveriş kulübü kurulmuş...
  • "Al gülüm, ver gülüm"ü nefesli çalgılarla çığırtan, aynada kendini görme cesareti olmayanlar karşısında yaylı çalgılarla orkestra kurduğunu düşünen sinek misali mümkün olan her yere konan payesiyle şereflenmiş....
  • Gözlerinden ihtişamlı ihtiras damlayan, nefesinde kin kokusu soluyan, dilinde dostça şarkılar mırıldanan yurttan sesler korosunun solistleri olmuş...
  • Hamamböceği kadar ateşe dayanıklı, mamut kadar da soğuğa; kahvesinden ok çıkaran cesaretli falcı gibi yılan zerafetinde, karınca görünümlü ağustos böcekleri oluşmuş...
ise, hayaliniz olan varlığı, yok oluş gerçeğiyle tatma şerefi size ait.
---
Şimdi sizin için dinazor yumurtasını, leş kargalarının bile yemeyeceği dedikodu kazanlarında pişen en yakın arkadaşınızın etine kırma vakti.
Şaka kaldıracak cesareti olmayan, Mazhar Osman tedavisine hasret kalma ânı.
Ve onca tantananın içinde, şimdi sessiz kalma zamanı...
Yatırım yapılmayan insan kaynağı için bir yazılık saygı duruşu...
Sonrası...
İstiklal Marşı... 

2 Şubat 2011 Çarşamba

Açık kapı

Kapı açıktır, ışık süzer aralandıkça. Sesler dolar odaya...
Açık kapının ardından bakar durur. Oysa sükûn ettiği sessizlik, kimsenin konuşmadığı laf kalabalığında da değişmeyecektir. Kapıyı ardına kadar açık bıraksalar da, kırk kilit vurup üstüne kapatsalar da aynıdır. Halbuki kapı açıktır, kim bilir kaç yıldır özlemini çektiği dertli kapı...

Üstüne serilir sanki onca yılın derbederliği, kapı açıktır artık. Açılan kapıdan ışığa çıkmak üzeredir. Kapanamacasına gökyüzüyle buluşmak istemektedir. Hayallerinde kurduğu yaşamına bakar, açık kapının ardında arar kendini.

Sereserpe uzanmıştır hayatı. Beklemektedir beklentileri ellerini bağlamış kapının önünde. Hizmetindedir hâlâ hayalleri. Mavi gökyüzü üzerine kurulu olanlar... Yeşil kırlardakiler... Ve daha bir çoğu.

Kapı açıktır...
Açık kapıdan bir medet beklemeden bakar. Biri kalk desin diye bekler. Hayalleriyle süslediği kapının açılışını, düşlerinde canlandırdığı muhteşem anı sadece beyninin hükmetmediği ağır bedenine anlatmak istercesine çaresizdir. İçten bir ağıt yükselir kalbini sızlatsa da, aldırmaz. Dıştan bir ter boşalır, heyecanına verir. Kapı açıktır ve özgürlük sadece gözünün gördüğü yer kadar yakındır.

Gözlerinin feri kaplamış gözü de artık kendine bakamaz. Aynaya hiç bakmamıştır.

Ağlamaktan gözyaşı çizgisi oluşan iki yanağı, allıdır. Ama, söz geçiremez vücuduna. Sessiz kalabalıklar isyan çıkarmaktadır artık. Sevgi türküleri söylenmeye başlanmıştır, içinde.

Gel gör ki, beden ağırdır. Onca yılın ağırlığı vardır. Onca yükün sessiz çöküşü.
Kapı açıktır, açık kapı dışarı çıkılamadıktan sonra sadece açılmış olacaktır.
Anlamı, kapıdan dışarı çıkmaksa açık olmanın, bu artık içindeki kapıdan çıkana kadar sebepsiz çıkma yasakları geçerlidir, mecburen ve sadece kendinden.

Açık kapılar vardır. Açık bırakılanlar...
Açılan kapılar olur. Kapısı açılanlar...
Açılmış kapılar vardır. Hep açık kalacak.

Kalbin kapıları açık mıdır? Açık kapıdan çıkacak kadar yürekli miyiz?
Gördüğünüz gökyüzü kadar şeffaf mıdır dünya? Deniz kadar berrak mıdır? Yeşil kadar saf ve temiz midir?

Kapılar açıldıkça, sorular artacaktır. Doğru cevap, doğru kapının açıldığı anda gerçek dünyaya dönmektir.
Açık kapı, dünyayla kendini buluşturacak sahiplerinin peşinde.
Kapı artık açık...

16 Şubat 2010 Salı

Bir ışık hikayesi...

Yürüyüp giden karaltının peşine gidiyordu adam, sadece meraktan. Belki içini rahatlatmak arzusuyla. Ortalık karanlığa teslim olmuş, karanlığın derinlerinde yelkenlerini açmış ilerlerken bir sokak lambasının hemen altında durakladı aniden. Işığın etkisiydi.

Hafif bir meltem elbisesinde Meksika dalgası oluştururken, bir yandan korku dolu bakışlarıyla etrafı kolaçan ediyordu. Takip ettiği uzaklaşmıştı, evet. Karaltıdan ışığa ulaşmıştı. Kafasını kaldırıp, kapşonu düşmemesi için bir eliyle belli belirsiz ışığa bakmaya niyet etse de, belindeki ağrılar aman vermiyordu.

Işığı bulmanın mutluluğu ile yalnızlığın hüznü yüzündeki çizgilere oturmuştu. Bakışları boş ama anlamlıydı. Varlıkla yokluğun elindeki sahte farktan, aslında yokluğunda bir çeşit var olma olduğunu anlayalı da çok olmuştu. Bu adam ne arıyordu, bu gece yarısında.

Ellerini ovuşturarak ısınıyor, karanlıktaki bir ufak ışığa yaslanmış gündüzün ilk ışıklarını bekliyordu. Güneşin doğuşunu izlediği o cafcaflı günlerini hatırlıyor, daha toprağa düşmeden yüzünde kuruyan gözyaşları, alnındaki çiziklerin her an daha da artması belli ediyordu zor ikilemini.

Bir gün ağlamıştı, onu hatırladı. Her gün gülmüştü, onlar şimdi yoktu. Karanlık bir dönemden geçmişti. Aydınlığa yol alırken altı üstü bir sokak lambasının altında oturakalmıştı. Güneşe olan hasreti sanki vahada su serabı görür gibi olmuştu. Işık bir anda söndü...

Sessiz sokakların karanlıkları yine saçlarının tellerine kadar titretiyordu adamı. Güneşi bekliyordu. Bu sırada, ileride bir ses duydu. Medet umarcasına koştu. Sonra bir an daha durdu. Yine bir sokak ışığının altında.

Işığa yaslandı, nefes nefese... Işığın değerine inanıyordu. En azından şimdilik bir ışık daha yakalamıştı. Işık sönene kadar bile olsa.

... Sokak ışıkları söner, belli aralıklarla. Isınınca kendinden kapanır pek çoğu. Sonra yine yanar. Işıltabildiği alanları ışıtır. Hiç öteki sokağı ışıtamadım diye üzülmez. Işık bu kadarsa, bu kadar alan ısınır. ...


Işığa sarılmıştı, anlamıştı ki, bir ışık arıyordu. Işık tünelin ucundaydı ya da çok yakındaydı. Işığa doğru koştuğu belliydi. Bir umut arayışı. Umut gözlerinde çakmak çakmak ışıltıya dönüşmüş, yüzünde mutluluk gösterisi bıyık altında kalsa da, bir rahatlama hissediyordu. Sabah burada olur muydu?

Sonra yine söndü, bir sonraki ışığa koştu. Sonra yine yanan bir ışık buldu, onun kollarına kendini teslim etti. Sonra yine söndü, bir sonraki ışık.. Böyle devam etti. Uyandığında bir parkta bir ağacın gölgesindeydi. Gün ışımış ağacın gölgesinde bile kalmıştı.

"Ben ne yaptım?" der gibi bakıp, yüzü uzadı, asıldı. Gece boyunca aradığı ışık gelmişti ve hatta geçiyordu da, o ağacın gölgesine bile saklanmayı başarmıştı. Etrafında toplananlar olduğunu hissetti aniden. Sesler artıyordu. Gözlerini kapaklarının arasından hafif aydınlığa doğru açarak, gelen gürültüleri anlamlandırmaya çalıştı.

İçindeki dar alanda kısa paslaşmaları başlattı, yeniden. Sorular soruyordu, kendince cevap alacağına inanmasa bile. Cevap aslında ne kendinde, ne oradakilerdeydi. Cevap aradığı güneşteydi.

Aydınlık, gözünü kamaştırmış, aklını karıştırmış ve beynini sulandırmıştı. Kamaşan gözünden dolayı güneşe ağız dolusu söverken, karışan aklıyla yeni sarp kayalıklara sürüyordu, rotasını. Bir kayaya geldi, hararet yapmıştı. Aniden durdu, yerde biriken sudaki yansımasına baktı. Kendini tanıyamıyordu. Karanlıkta kendini görmeye alışmış, ışıkla bile bakmaya korkmuştu o gözlerine. Durduğu yer çok yüksekteydi, başı dönmüştü. Bir düşünce kayalığına oturup, sudaki yansımasını düşünmeye başlamıştı. Düştüğü sarp kayalıkta az ileride bir yeşillik taştan çıkmıştı. Girdiği sıkıntıları, karmaşıklığı düşündü. Düşünürken gözü hep o yeşillikteydi.

Bir taşın içinden can bulan yeşillik adamı çok etkilemişti. Yüz hatları yumuşadı önce. Tüm şefkatiyle bakmaya devam etti. Şükretti, gülümsedi, dokundu. Sonra baktığı o suya elini daldırıp yeşilliğe suyla hayat verdi.

Bir anda mutluluk kaplamıştı içini. Aslında rahattı, ama şimdi mutluydu da. Güneşe baktı. Yine gözleri kamaştı. O ışığı istiyordu, ışık gözünü kamaştırıyordu. Sonra çok istediği ışığa verip veriştiriyordu. İçindeki ışığı keşfetmeye başladıkça, gözüne vuran ışığa, içini ısıtan ışığa daha çok bağlanıyordu.

Ağzından belli belirsiz bir kaç kelimelik cümle çıktı. Kendi bile anlamıyor ama tekrar ediyor gibiydi. Şuursuzca söyler gibiydi ama, içten geldiği açıktı. Gülümsedi ve sonra bir kez daha tekrar etti:

"Karanlığımı alan ışıltı, gönlümü aydınlattın. Aradığım ışığım, seni kaybetmeye tahammülüm yok, ne olur batma yüreğimde."

11 Eylül 2009 Cuma

Köşe yazarıysan teknolojiyi bileceksin!

Medya polemiklerinde her gün yeni bir sokağa dönüyoruz. Medya kendini sorgularken, aynada hep kendine küfreder oldu. Önce "tasfiye ettiklerimin listesi" yayınlandı defalarca farklı kişiler tarafından. Ama hep, birbirlerini tasfiye etmeye karar verdiler!

Son günlerde de "twitter" ile ivme kazanan sosyal paylaşım alanlarında var olmak üzerine kafa yorulur oldu. Aslında tam anlamıyla, aldılar yine aynalarını ve cımbızlarını "umurumda mı dünya" şarkısı fonunda aynaya bakıp "hakaret" ediyorlar. Haşmet Babaoğlu o kadar twitter'a öfkesi var ki "Biriniz değil, hepiniz çıkın twitter'dan..." diye emir kipli bir manzum cümle bile eklemiş.

Geçen günlerde twitter'ı kullanan ancak, felsefesini anlamayan Ahmet Hakan (ahmethc) ise, bilindik hop-otur / hop-kalk üslubuyla "İspatlamayazsan saydığın sıfatların hepsine layıksın" deyiverdi.

Habertürk'ün başındaki isim gazetesine yorum yaparken, övünerek twitter kullanmadığını ve hatta nasıl kullanıldığını bilmediği bile "yüzü kızarmadan" itiraf etmiş.

"Yılların gazetecisi" diye sıfatlanan Habertürk'ün çiçeği burnunda yazarı Bekir Coşkun'un dedikleri ise daha da acı: "Türkiye'deki çürümenin bir uzantısıdır."

Haberin son görüşü ise beşNbirK'yı hazırlayan ve sunan Cüneyt Özdemir. Dünkü "Medya Müfettişi" programında gereksiz dalaşmalarla beni bile rahatsız etse de, "bırakınız yapsınlar" mealindeki açıklamasıyla liberal bir çıkış gerçekleştirmiş.

Buraya kadar haberin içeriğiydi. Şimdi gelelim, büyük gazetelerin onbinlerce dolarla çalışan başındakiler (yönetmenler, müdürler vs), binlerce TL alan yazarlar neden bu kadar yobaz sorusunun cevabına.

1. Bu dolar üstadları kendilerini dünyanın en iyi bileni zannederek bu dağları ben yarattım der gibi kasılmasını bilir. Hayata inmezler. Sokağa çıkanları hemen hemen yok gibidir. Alışverişi zaten bilmezler. Yaptıkları şey, o günün gazetesini, dergisini ya da programını bir şekilde bitirmektir.

2. Bilgisayar kullananlar var olmakla birlikte, teknolojiyi "3G abone lideri Diyarbakırlı hemşehrim" kadar bilmezler. Bilmezler ki, bu ülkenin gençleri uykunun dışındaki zamanlarını sosyal ağlarda geçirirler. Bu ağ, örümcek ağı değil beyler. Örümcek aslında, "ünlü plazalarda oturan, havalı ünvanlarla dolarla maaş alan, yazdığını anneannesinin dünyasından yazan, halkı aracının içinde bir yerlere giderken silüet şeklinde gören" kişilerin kafasındadır.

Cehaletinizi kabul edip, tez elden 3-5 yaşlarında sokaktan geçen çocuktan yardım isteyin. Sizi eğitsin. Biraz kafanız gelişsin, teknolojiyi cebinize bir iphone, bir berry almak olmadığını anlayın ya da işgal ettiğiniz yerleri bu "sosyal sel" gelmeden yoldan çıkın. Yoksa, sizi o istiflediğiniz dolarlarınız/avrolarınız kurtaramaz. Sürüklenir, denize dökülürsünüz...

20 Şubat 2008 Çarşamba

Herkes sizin kadar özgür değilse, en büyük köle sizsiniz

Bir gün özgür olmaktır her birimizin amacı, doğmak gibi, ölmek gibi ve hatta yaşamak gibi...

Doğduğunda insan ne kadar özgürdür. Özgürlük, kundak kadar dar olsa da fiziken, hesapsızca bağırır, ağlarsınız. Avazınız çıktığı kadar bağırma özgürlüğü vardır, en özgürlükçü yerde olmadığı kadar. Gülmekte özgürsünüzdür, ağlamakta, sevmekte, sevmemekte. Herşeyin sınırlarını siz belirlersiniz, üstüne altınız alınır, ihtiyaçlarınız en iyisiyle görülür.

Öldüğünde de aynı böyledir, insan. Özgürlüğün dayanılmaz hafifliğinin verdiği o rahatlıkla ayaklarınızı salarsınız. Daha önce utana sıkıla uzattıklarınızın yanında. Eliniz son kaldığı yerdedir ya da yanı başınızda. Ama, kimse "neden elini oynatmıyorsun" demeyecek kadar özgürsünüzdür.

Bu dünyanın dayanılmaz rekabetine girmediğiniz/çıktığınız içindir, belki de. Ama özgürlüğün tadını alırsınız. İki dönemdir, ya hayatınızın ilk günleridir ya da hayatınızın bittiği gün yahut bir kaç gün ardıdır. Diğer zamanlarda olmadığı kadar rahatlık içinde, özgürce.

Bir sorunun yalnızlığını yaşamazsınız. Kimse size Amerika'da neden zenci doğdun diye sormaz. Ya da, neden böyle inanıyorsun, demez. Hatta ileri gidip, senin baban Kürt, annen Türk, karar ver necisin demez. Yalnızlığı yaşamazsınız, çünkü dünya oldukça varolan saçma kıskançlığın kıskacında değilsinizdir.

Ya bebekten sonra, ölümden önce...

Fakirliği tadarsınız, çoğunluktan değilseniz ya da azınlıkları köleleştirenlerin dışındaysanız...

Yokluğu anlarsınız, ayağınıza çarık bulamazsınız. Eğer yok olmama mücadelesi vermiyorsanız ya da yoklukla sınadıklarınızdan değilseniz...

Farklılığı farkedersiniz, farklısınızdır, farkınız yoktur. Ama anlatamazsınız. Farklı olduklarını zannedenler özgürlüğü yığışmış bütünlerde ararlar. Kum taneleri gibi, aynı yöne giderler. Kayalar gibi sert durduğunuzu farkedersiniz. Kumlardan size takılanlar ya da kayalardan öğütülüp kum yapılanlar sizin neden kaya olduğunuzu sorgularlar. Sorarlar o ufacık yüreksiz cesaretleriyle, acımasızca, kendilerine boy aynasında bakmadan. Bir cam parçasında kendilerini boy aynasında zannederler, ne kadar büyük oldukları konusunda böbürlenirler, hatta böğürürler. Boy aynasını görünce de, size özenip sözde sizden daha fazla özgürlükçü olurlar. Sözün bittiği yerde, siz varsınızdır. Kumdan kuleler yapıp, sizinle boy ölçüşeceklerdir şimdi. Sizi geçemeyince de titreye titreye dalgalarla çökerler. Çöktükçe arkanızdan küfür de ederler, hayasızca. Aldırmazsınız.

Baktıklarında özgürlüğü dalgalarda zannederler, dalgalara vurdukça kendilerini denizin dibinde bulurlar, en aşağıda. Oysa özgürlük ne dalgada, ne güneşte, ne aydadır. Özgürlük dünyadadır. Aynaya baktığınızda kendinizi görebilmektir. Hesaplaşmaktır, kendinizle fütursuzca. Ağlamaktır, ağlayanla. Gülücük vermektir, güler yüze muhtaç olana. Affetmektir, az önce yanağınıza vuranı. İkinciyi yemeden elinizi uzatmaktır, dostça. Irkı farklı diye, yok saymamaktır. Dini farklı diye, itmemektir. Seviyor diye terketmemektir. Ağlıyor diye gülmemektir.

Gözlerinin pınarları dolduğunda, parmağınızla gözyaşı yere vurmadan yakalamaktır. Uzaklara daldığında, yakınlaşmaktır. Yok sayıldığını hissettikçe varlığını duymaktır. Acı duydukça, pansuman yapmak değil, acının önüne göğüs germektir. Rahat olmadıkça, rahatlatmalıdır özgürlük. Özgürlük öyle bir şeydir ki, herkes sizin kadar özgür değilse siz en büyük kölesinizdir.

Mustafa Özcan
20.2.8 23:00

2 Şubat 2008 Cumartesi

Bir bayram sabahı…

Bayramlar, hayat gibi…

Akıp gidiyor yüksek debili nehrin bir dağdan aşağı sarktığı şelale gibi…

Altına girmek için günler öncesinden biletler alınıyor, kurbanlar kesiliyor, yeni elbiseler alınıyor. Sadece birkaç gün için…

Bir bayram sabahı, insanlar koşa koşa gidiyor namaza. Birlikte olabilme coşkusunu yaşamak ve dualarını dayanak yapıp istediklerini almak için…

Bir bayram sabahı, gün doğuyor…

Dağlar “lebbeyk”lerle karşılıyor güneşi, ağaçlar yine kuş zikirlerinin ev sahipleri, dualar arşa uzanıyor. Bir bayram sabahı güneş doğuyor…

Kurbanlar O’nun adına kesiliyor…

Sevinçten kurbanlıklar ağlıyor…

Sadece O’nun rızası için… Canını alanlara dua edildiği 3-4 gün…

Hacılar Arafat’ı bitirmiş, kötüyü taşlıyor. Mina’dan gelecek “size dua etti, kestirdiğiniz kurban” haberini bekliyorlar.

Bir bayram sabahı güneş doğuyor.

Yürekler kıpır kıpır…

Bir heyecana odaklı kalpler, yine duaların ilacı oluyor.

Bayramlaşılarak ayrılsa da insanlar, hep bir kalp duygusu içindeler.

Bir bayram sabahı güneş doğuyor ve ben yalnızım kalabalıklar arasında…

Mustafa Özcan

19.12.07 08:02

İçsel didişmeler…

Kendimizi hatırladığımızda neredeyse, okula gidecek yaşta oluruz. Gözlerinizi kapatıp, içinize döndüğünüzde yani geçmişinizle yüzleştiğinizde hayat aslında çoktan başlamıştır kendinizi fark ettiğiniz anda. Sizi ilk fark eden anne ve babanızdır.

Farklısınızdır, onlar için. Sizin hata işlemenizden korkarlar, bazen yerli bazen yersiz. Baskı adeta, bir süper gücün açlıktan kıvranan ülkeye gıda yaptırımı uygulaması gibidir. Bir kelimeyle dünyayı değiştirecek kadar kuvvetlidirler. Sizi çizerler hayallerinde. O çizgiye uymadığınızda kurşun kalemle çizdiklerini değiştirmezler. Kendi elleriyle yetiştirdikleri sizi ite kaka sokuştururlar o çizgilerin içine.

Bir gün fark edersiniz ki, aslında sıkışmış, salaş bir halde o çizgilerinde çok gerisine çekilmişsiniz. İşte o an, hiç kıramayacağınız ana-babanızı üzersiniz. Bu kez bir daha genişlersiniz, eski boylarınıza neredeyse. Onlar bir daha tıkıştırırlar fazlalık sarkan yerlerinizi hayallerindeki çizgi karaktere…

Bir gün sizin eliniz kalem tutar. Bir yuvarlak çizersiniz. Aslında o ufuktur. Siz daire çizdim zanneder, içine oturmaya kıyamayacağınız pahada ağır eşyalar seçersiniz. Bir bakarsınız ki yuvarlak sizin kendi sınırınız oluvermiş. Oysa, ana-babanız size el, kol çizmişti. Siz yuvarlakla sınırlı hayatınızda genişler genişler ve balon gibi patlarsınız bir noktada. Patladığınız yerde ya da patlatan o “afacan” size bir üçgen çizmiştir. O zorlamıştır aslında.

İşte o anda, bitirirsiniz… İçinizi kemirir sınırlı ama sınırsız yaşamda olup biten. Düşünürsünüz… Dalıp uzun uzun bakarsınız… Yaralanırsınız… Ağlarsınız… Sadece balon için değil, sizi “siz” yapanlar için…

Aynaya bakar, dertleşirsiniz… Gölgeye bakar dalıp gidersiniz. İçinizden birileri güler katıla katıla… Didişmeler alıp başını gider. Başınızı çatlatır, onca geçmiştekiler…

Bir an durup bakarsınız… İçinizdeki didişmeyi duyarsınız. Her bir organınız birbirine küs olur. Her bir hücreniz diğeriyle kanlı bıçaklı. Kırgın hissedersiniz kendinizi. Uyumak çare değildir. Ayna hesap ister, gölgeniz grevin kapısında.

İçsel kavgalarınızda, didişmelerinizde aynanıza sıkı sıkıya sarılın. Paylaşın… Dertleşin… Fırtınada can simididir, ayna. Ama fırtınada da durgunlukta da, sizi siz yapan aynayı kırmayın. Gölge mi, zaten sizin peşinizde. Bırakın arkanızda kalanlarla sizi gölgeniz muhatap olsun. Gölgenizi geçse bile içsel didişmeleriniz, sizin ayaklarınızın altında kalacaktır. Gölgenin bittiği yerde ayaklarınızın altı vardır. Ayna ise sizi yansıtır.

Gerisi lâf-ü güzaf[i]tır.

Mustafa Özcan

28.11.07 – 02:08